Sercan Aydın
Başlıkta ki ironi, radikal sol’un, içinde Kaypakkayacı gelenekte olmak üzere, az gidip uz gidip, dere tepe düz gidip, sadece masallarda inana bileceğimiz halen nasıl olduğunu anlama şokunu üzerimizden atamadığımız bir sonuca dikkat çekmesi açısından önemli görülmelidir.
“Yemin” burda, henüz nihayete ermesede düzen içine yönelimi, “Kaçkar/Munzurlar” da düzen dışı radikalizmi ifade ediyor. Radikalizmden reformizme uzanan bu yolun uzunca politik bir serüveni var. Buna kuş bakışı bir göz atıp sürecin nereden nereye geldiğini, bunun ulusal ve uluslararası hangi etkenler tarafından beslendiğini, her bir devrimci parti ve örgütün kendi içsel dönüşümlerinin kendilerine özgü biçimlerinin neler olduğunun üzerinde genel hatlarıyla duracağız.
Ve elbette Türkiye Kuzey Kurdistan devrimci komünist hareketinin en önünde ısrar ve inatla, her türden reformist tasfiyeci düzen içici yönelimlere karşı, üzerinde “IKTIDAR NAMLUNUN UCUNDADIR” stratejik şiarı yazılı bayrağı onurla taşıyan Kaypakkayacı geleneği de reformist/ devrimci temelde ikiye bölünmesi üzerinden, ilerde ayrıntılı olmak üzere, burda şimdilik üst başlıklar şeklinde özet bir değerlendirilmesine de gireceğiz .
Deyim yerindeyse hepsini anladik da, “bize ne oldu?” sorusunun cevabını, kısır dar polemiklerin öfkesinde değil, Marksist diyalektik tarihci materyalizmin derin sularında aramaya çalışacağız.
Öyleyse başlayalım.
Devrimci Hareket’in reformizm/ Devrim temelinde son 40 yıllık süreçte yaşadığı ayrışma, bu ayrışmanın bugünde reformizm lehine devam ediyor olmasının başlangıç nedenlerini tarih içinde görmek, bunun içinde 80 Faşist Darbesine gitmek,oradan bir tarih okuması yapmak gerekir.
12 Eylül Faşist Cuntası, devamında yaşanan Modern Revizyonizmin çöküşü ile tetiklenen depremin, günde en radikal parti ve örgütler üzerinde halen devam eden artçı sarsıntıları. Buna bağlı olarak yaşanan ideolojik yıkım gerçekliğinin arka planı, günü, günde ortaya çıkan sonuçları anlamak açısından önemli bir yerde duruyor.
Bunun başlangıç noktası,12 Eylül 1980 Askeri Faşist Cuntası’dır. Defaatle söylendiği gibi faşist darbe devrimci-komünist hareketin üstünden bir buldozer gibi geçti. Ulusal Hareket “ricad” yani dönüşe zaman ayarlı bir geri çekilme kararı alıp, elde kalan güçlerini yurt dışına çekip, mülteciliğin kış uykusuna yatırmadan, “84 Atılımı” nı gerçekleştirecek ön hazırlıklara başlayarak, darbenin agir yenilgi sonuçlarından kendisini koruyup, önderlik düzeyinde direnişi başlatacak diri devrimci güçlerini kendi planlamasına uygun olarak konumlandırmayı başardı. Bunun pozitif sonuçları bugün de devam ediyor.
Ne var ki, Türkiye-Kuzey Kürdistan’lı devrimci parti ve örgütler, ne duyduklarını önceden dile getirdikleri darbeye karşı bir hazırlık, ne de güçlerini darbeden koruyacak uzun süreli bir direnişe öncülük edecek önderliklerini doğru zamanda ve yerde konumlandıra bildiler. Esası tutsak düştü, katledildi, ya da yurt dışına çıktı. O kesitte yaşanan şimdilik örgütsel bir yenilgiydi. Bunun taktik düzeyden stratejik bir düzeyde yaşanacak bir yenilgiye dönüşüp dönüşmeyeceği henüz belli değildi.
Faşist Cunta’nın azgın karşı devrimci şiddeti, stratejik olarak seçilmiş belli başlı hapishanelerde gemi aziya alarak, dizginsiz bir tarzda devam etti. Hapishanelerde ki devrimci tutsaklar en zor koşullarda, dışarda yaprak kımıldamadan adeta kendi kaderleriyle başbaşa kaldıkları kendi irade güç ve olanaklarıyla direndiler. Bu anlamda Faşist cunta sonuç alamadı.
Dahası Amed, Metris başta olmak üzere bir çok hapishanede ki direnişler, faşizmin mahkemelerini yargılayan siyasal savunmalar, devrimci firarlar, ulusal hareketin 84 Atılımı ve bunu sürekli kılan eylem pratiği esasta faşist cuntanın stratejik hedeflerini boşa çıkardı.
1980 de üzerine atılan ölü toprağından kurtulan halkın devrimci bölükleri dışarda yeniden dirilecek, safları düzenleyip verili koşulların sınırlarını zorlayan bir iradeyle şehirlerde, kırlarda örgütlenmeye başladılar.
Cuntadan sonra seçimle gelen “sivil” Özal hükumeti yaptığı sıralı düzenlemelerle, bir yandan Türkiye Kuzey Kurdistan’ı emperyalist sermayeye açık pazar haline getirdi. Diğer yandan sermayenin önünde ki işçi direnişlerini boşa çıkartacak düzenlemeler yaptı. Ulusal Hareketin devrimci dinamiklerinin bir barış görüşmesiyle budanmasını, bunun icin Talabani uzerinden “ateşkes” cagrısı diplomasisini 93’e ertelemek üzere, Sovyet Revizyonist Blok’unun çökmesini izleyen 91 Nisan ayında 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasını çıkardı. Bu yasaya göre 1980’de tutsak alınıp idam alanlar 10 yıl, müebbet alanlar 8 yıl hapis yattıysa “şartla” tahliye ediliyor, “şart”a uymayıp mücadeleye devam edecek devrimcilere “infazınızı yakıp” özel hücre hapishanelerinde yatarsınız tehditinde bulunuluyordu. Deyim yerindeyse tahliye devrimcilere sunulmuş bir “rüşvet” gibiydi. “Alın, gidip işinize gücünüze bakın, bir daha karşımıza çıkmayın” tehditinde bulunuluyordu.
Özal yasasıyla, ulusal Hareket dışında tutulmak üzere devrimci hareketin 12 Eylül.1980’de esir alınan tüm güçleri “şart”la serbest bırakıldılar.
Silahlı mücadeleyi savunan devrimci parti ve örgütlerin serbest kalan kadrolarının ezici çoğunluğu dışarda mücadelenin şu ve ya bu şekilde içinde, çevresinde yer aldı.
Faşist Cunta’nın içerde ve dışarda ki terörü, bunun Özal eliyle bir tahliye rüşvetiyle ağır bir tehditle “bir daha gelmeyin” şartıyla gevşetilmesi, eş zamanlı yaşanan Sovyet Revizyonist Bloku’nun çökmesi, bir çok parti ve örgütü bir ikileme, bir yol ayrımına soktu.
Silahlı mücadele de ısrar eden parti ve örgütlerin kadrolarının esası mücadeleyi aynı stratejik devrimci bakışla tahlil edip, kendilerine bunu örgütlenmenin zorlu görevlerini yüklüyorlardı. Ulusal Hareket’in devam eden Silahlı eylem pratiği bunu besleyen önemli bir dışsal etkendi. 91’i izleyen yıllarda hemen hemen bir çok parti ve örgüt irili ufaklı Silahlı eyleme geçti. Kırda gerilla örgütlenmeleri başladı.
Ancak, 12 Eylül öncesi en kitlesel anti faşist mücadele veren Devrimci Yol Öncü kadroları, kuruceşmede başlayan yasal parti çalışmalarının esen rüzgarını besleyen taze reformist soluklarıyla “Anne Bak Kral Çıplak” diyen bir tartışma açtılar. Tartışma “parti olmayan bir parti” olan renkli ÖDP de son buldu. Silahlara veda eden 12 Eylül öncesinin en kitlesel devrimci örgütü, revizyonizmin çöküşüyle, Özal’ın “bir daha gelmeyin” tehditi arasında soluğu nur topu gibi cici “parti olmayan bir parti” de aldı. Bu bağlamda ÖDP üzerinden Devrimci Yol geleneğinin ana gövdesi yeni aklı üzerinden Özal’ın rüşvetine tav olduğunu, onun çizdiği sınırlara gerileyerek göstermiş oldu.
12 Eylül öncesi ikinci büyük kitlesel devrimci örgüt, dönemin adıyla Halkın Kurtuluşu, olarak tanınanıydı. Sonrasında Türkiye Devrimci Kominist partisi oldu.
Sovyet Revizyonizmi ile ÇKP arasında ki ilkesel tartışmalarda Devrimci Yol’un orta yolcu aldığı tutuma karşın, “anti-revizyonist”, “sosyal emperyalist” tespitleriyle başta ÇKP’ye, sonrasında AEP e yakın duruyordu. Marksizm Leninizm’in teorik külliyatından deyim yerindeyse kırk dereden kırk su getirip EMEP’ e giden yolun “iyi niyetli taşlarını” döşedi.
Ulusal Hareket ise eş zamanlı olarak bir yandan “Ateşkes” açılımı, diğer yandan “reel sosyalizmin” sembollerini üstünden bir bir silip atarak, iç eğitimlerde okuttuğu Marksist Leninist klasikler yerine, “önderliğin çözümlemelerini” geçiriyordu.
Neo liberal burjuva ideolojik karargahlardan açılan yaylım ateşine, 80 öncesinin en kitlesel devrimci örgütlerinin reformist adımları eşlik ediyor, Marksizm “dogmatik”, “ortadoks”luk üzerinden topa tutuluyordu.
Neo liberal dönemin “tarihin sonu” na geldik, o son burası, ötesi diye sosyalist bir gelecek yok” şeklinde ki burjuva yalanı, dört bir yandan şırınga edilip, Marksizm Leninizmin en güçlü yanları parça parça kopartılıp alınmaya, ideolojik bir tasfiyenin finali kazanilmaya çalışılıyordu.
Burjuva ideolojik saldırıların solun en kitlesel güçleri üzerinde bu yönlü reformist sonuçlar doğuran güçlü etkileriyle aynı kesitte silahlı mücadelede ısrar eden diri devrimci – komünist güçler dağda şehirde hapishanelerde devrimci mevzilerini koruyup tutmaya yer yer düşmana darbeler indirmeye devam ediyorlardı. Tam bu süreçte düşman bu diri güçlerin içinde yürüyen yürütülen tartışmaları bir yandan manipule edip, diğer yandan en sert önlemlerle onları tasfiye etmek için elinden geleni ardına bırakmıyordu.
Bu saldırılar silahlı mücadelenin ana aksını tutan güçlerin ideolojik zayıflığı ve basiretsizliğiyle birleşince bölünmeleri kaçınılmaz hale geldi. Bölünmeye yol açan bu sonuçların/sonuçları, bugünü de şu ve ya bu düzeyde etkileyen ağır tahripkar bir nitelikteydi.
Kendi ideoloiik politik örgütsel varlık referanslarının üzerinde kendi netliğini keskinleştiren son tahlilde zorunlu olan ayrılıklar değil, tamamen konjoktürel örgütsel sürtüşmelerden kaynaklı, küçük burjuva sınıf temeli üzerinde çok yıpratıcı tahripkar nitelikte yaşanan bu ayrılıklar, devrimci hareketin basiretsizliginden başka bir nedene dayanmıyordu. Bu yanıyla düşmanın manipülatif her türlü etkisine açık, o kesitte henüz görülmesede uzun vadede hem örgütsel ilişkilerin güven iklimini bozan, hemde kitleleri öteleyip ürküten sonuçta güvensizlik duymalarına yol açan bir yıkıcı öz içeriyordu. Bu gerçekliğe bugün halen gözü kapalı olup, kendi yazdığı resmi tarihin “haklı” olduğu yanıyla teselli olup, yoluna devam etmeye çalışanların olduğunuda, geçerken küçük bir not olarak düşelim.
Yazımızın ikinci bölümünde özel olarak değineceğimiz Kaypakkaya geleneğinin bu süreçteki seyrini şimdilik bir tarafa bırakarak, bu kısa alt çizmelerin Devrimci Hareket açısından ortaya çıkardığı sonuçları özetleyelim.
-Devrimci Hareket 12 Eylül askeri ve sivil faşist darbesinin baskısı ve zoruna örgütsel olarak yenilmiş, hapishanelerde direnmiş, ancak Özal’ın tahliye rüşvetiyle devreye soktuğu “havuç sopa” politikası eliyle önemli güçlerinin düzen içine gerileyip reformist sınırlara hapsolmasıyla, önce örgütsel olarak, sonrasın da ideolojik temelde çözülüp yenilmiştir.
-Bu yenilginin tasfiyeciliğe evrilmesini icerde faşizmin şiddeti, dışarda uğruna savaşılacak bir parlak sosyalist geleceğin kalmadığı yenilgi sonrası yaşanan politik ruhsal çöküş ve bunu tetikleyen Sovyet Blokunun yıkılması koşullamıştır. Anti- faşist direnişte milyonları harekete geçiren devrimci örgütlerin makas değiştirip girdikleri reformizm yolunda, kendi kabuğunda kuruyor olmaları aklını sağa kuran yeni abbas yolcuları açısından yeterince ogretici olması gerekir. Ne ki öğrenmeye niyetleri olmadığını, “her seferinde aynı şeyi yapıp, her seferinde farklı sonuç bekkeyen” bir aptallıktan muzdarip olduklarını ibretle izlemeye devam ediyoruz.
-Silahlı Mücadeleyi savunan örgütler bu süreçte kan kaybederek direnmişler, ancak yeni nesnel ve öznel kuşatmanın üzerlerine yükledikleri görevlerin yanından geçerek, kendilerini sürdürmenin bir amaç haline geldiği rutin bir tekrar içersinde ufalanmaya, süreç içerisinde marjinalleşmeye demir atan bir çaresizliğe hapsolmuşlardır.
-Kürt Ulusal Hareketinin IŞID saldırısı karşısında sergilediğı direnişin hak ettiği siper yoldaşlığına bağlı olarak girilen yol, bir çoğunu kendi asli devrimci görevlerini erteleyen “haklı” bir mazeret olarak belirli bir dönem açısından anlaşılır kılsada, gelinen yerde bu anlamı anlamsız kılan bir zaman aşımına uğramıştır. Ülke içinde kuşanılması gereken silahların, ülke dışında ulusal hareketin artık ihtiyaç duymadığı bir zamanda kuşanılıp salt dar politik ajitasyon aracı haline getirilmiş olması devrimci hareketin alanı reformizme teslim etmesinden başka bir anlama gelmemektedir.
İkinci bölümde deginecegimiz, kabaca ele aldığımız devrimci hareketi tasfiyecilige iten bu geçmiş tarihsel sürecin içinde seyreden Kaypakkayacı geleneğin durumu daha çarpıcı sonuçlarıyla, 1. Kongre sonrası sürecin tedricen ideolojik tasfiyeciliğe evrildiği, tüm özel-özgün yanlarıyla ciddi tahlil edilmesi gereken yoğun bakımdaki bir hasta durumda reformizm ile tasfiyecilik arasında bir yerde adeta can çekişmektedir.
Başlıkta da belirtildiği gibi, halen kendisini Kackarlar/ Munzurlar döneminin Halk Savaşı günlerinin cesur zamanlarında sanıp, oradan bir solukta okuduğu ilk “yeminden” bugüne girdiği tasfiyeci yoldan bi haber, teorik aksesuarlarla yaptığı makyajın hergün yüzünden aktığı bir oportünist/ revizyonist tasfiyeci gerçeklik, ciddi ideolojik bir mücadeleye davetiye çıkarmaktadır. Topu taç’a atmadan, yan çizip mızmızlanmadan ideolojik mücadele yatağında bu gerçeklikle Kaypakkayacı akılla dövüşmek bize görevdir.